CUMA

Ben Cuma günlerini çok severim. Şimdi “Ulan bu da laf mı? Herkes Cuma’ları sever. Sanki Salı’ları seviyormuş gibi utanmadan bir de yazmış” şeklinde yorum yapan okuyucuları duyar gibiyim. Haklısınız, düzeltiyorum. Ben de bir çok insan gibi Cuma günlerini çok severim (şimdi daha doğru oldu sanki, di mi sayın okuyucu). Perşembe’yi Cuma’ya bağlayan gece doğduğum için olabilir. Yani şu hayata başlarken gördüğüm ilk gün Cuma günüymüş, onun bilinç altında yarattığı bir etki vardır belki de. Peki bilinç üstü ne sebep var derseniz, açıklamaya çalışayım.

Bir kere, The Cure grubunun “Friday I’m in Love” şarkısıyla ilişkilendirilebilecek gibi değil Cuma sevgim. Yani hayatımın aşkını bir Cuma günü buldum, Cuma günü gerçek aşkı tattım falan gibi bir durumum yok. İlla bir şarkı isterseniz İbrahim Tatlıses’in “Yarim giymiş beyaz azye, Cuma namazından gelir” şarkısı daha doğru olur. Çünkü benim Cuma sevgim çocukluğumdaki, yaz tatillerinin Cuma sabahları ve sonrasında gidilen Cuma namazlarıyla ilgili biraz.

Babam emekli olunca, ikinci katında oturduğumuz apartmanın altındaki dükkanlardan birini elektrikçi dükkanı yapmıştı. Ben de okullar kapanıp da yaz tatili başlayınca okul formamı çıkarıp işçi tulumumu giyiyordum (mecazi anlamda tabi, yoksa tulum falan yoktu). Normalde haftanın diğer sabahları, erken sayılabilecek bir saatte kalkıp dükkana inmem gerekiyordu. Bu durum da çok sıkıcıydı. Bir kere, daha arkadaşlarımdan hiçbiri kalkmamış ve benimle takılmak üzere dükkana gelmemiş olurdu. Ayrıca dükkanın süpürülmesi, yıkanması, paspaslanması, rafların tozunun alınması, vitrinin gölgeliğinin takılması gibi bir dünya angaryası vardı. Bir de dükkanın önüne gölge öğlen saatinde geldiği için dışarısı da içerisi de sıcak olurdu.

Ama Cuma sabahları farklıydı

Ama Cuma sabahları farklıydı. Cuma namazına gidileceği için, o gün geç kalkıp, güzel bir kahvaltı ve duş sonrası, öğlen saati inerdim aşağıya. Babamla yazılı olmayan bir anlaşmamız vardı sanki bu konuda ve bu yüzden Cumalar güzeldi işte.

Mahalleden arkadaşlarla bizim dükkanın önünde buluşulurdu sonra. Genelde ezan okunmaya başladığında dükkanı kapatarak, diğer komşu esnaflarla beraber camiye giderdik. Cami dediğim de mahalle arasındaki bir mescitti aslında. Bir binanın bodrum katında, sanıyorum normalde depo olarak planlanmış, ama bir şekilde ibadethaneye çevrilmiş bir yerdi, Abdülkadir Geylani Cami.

Camide sol arka köşede, tahta parmaklıklarla çevrilmiş, sadece müezzin ve hocanın yakınlarınca kullanılan bir bölüm vardı. Ya da ben öyle düşünüyordum, zira hiç kimse oraya oturmaya yeltenmezdi bile. Protokol alanı gibi bir yerdi galiba. Bir de mikrofon teşkilatı falan da orada bulunurdu. Arada sırada cengaverlik yapıp oturmayı aklımızdan geçirirdik ama ezan okuturlar diye tırsıp vazgeçerdik. Arka orta bölüm, artık eğilip kalkamayan, bu yüzden sandalye veya tabure üzerinde namaz kılan ihtiyarlara ayrılmıştı ve doğal olarak bir sürü tabure vardı bu alanda. Buranın da müdavimleri belliydi. Muhtemelen kafamıza bir baston yiyeceğimiz için oraya oturmayı aklımızdan dahi geçirmezdik.

Sağ arka köşe ise bizimdi, yani mahallenin çocuklarının. Gırgır, şamata, gürültü, kahkaha ne ararsanız vardı o köşede. Girer girmez kavga dövüş duvar kenarını kapmaya çalışan da olurdu, tespihlerin en güzelini seçmeye uğraşan da. Namazı beklerken tespihlerle tuhaf şekiller çizerdik halının üzerinde. Ya da kobra gibi yapıp tespihi, birbirimize saldırtırdık o yılanı. Püskülüyle önde oturanın ensesi gıdıklanırdı bazen de. Duvarda gölge oyunu oynadığımız oluyordu arada.

Bütün bunları yaparken de kendi çapımızda sesiz olmaya gayret gösterirdik ama bu çok mümkün olmuyordu tabi. Hele hata kaza birimiz gülmeye başlarsa virüs gibi yayılırdı o gülüş ve o köşedeki herkes başlardı kıkırdamaya.

Tuhaf bir şekilde de büyüklerden kimse çok takılmazdı, durun susun diye ikaz etmezdi bizi. Herhalde “Gençler camiye gelmiş, heveslerini kırmayalım” diye düşünürlerdi, iyi de ederlerdi.

…tam secdedeyken hangi rekatta olduğumu unuttum

Bir de kendi aramızda hızlı namaz kılma yarışı yapardık, çocukluk işte. Hatta bir keresinde Ali ile hızlı hızlı kılıyoruz, aynı anda rükuya secdeye varıyoruz falan. Bir ara tam secdedeyken hangi rekatta olduğumu unuttum. İkinci rekattaysam oturmam lazım, üçteysem kalkmam lazım. Bir de Ali ile aynı gittiğimiz için madara olma durumu var. Ben kalkarsam da o oturursa ya da tersi olursa tam rezillik. Tırıs tırıs geri oturmam ya da otururken kalkmam lazım. Ama aynı rekatta olduğumuz için alnım secdede, Ali’yi beklemeye karar verdim. 10 saniye geçti, 20 saniye geçti, neredeyse bir dakika geçti kalkmıyor Ali. Biz uyuya kalmış gibi, ikimiz yanyana, kafalarımız yerde öylece duruyoruz. Baktım olacak gibi değil, Allah’ım sen affet, galiba üçüncü rekattı deyip kalktım artık. Ben kalkınca Ali de kalktı dikildi ayağa. Anlaşıldı ki hızlı hızlı kılarken meğer o da unutmuş hangi rekatta olduğunu, beni bekliyormuş.

Cuma namazlarının bir diğer eğlencesi de babamdı. Ne alaka demeyin anlatıyorum.

Halamı aradım bir iki ay önce, hastaymış. Oğlum artık yaşlandık diye dert yanıyor kuzum. E dedim, babam senden yaşlı ama maşallahı var. “Abim önüne geleni yer, ağzına geleni söyler. Öyle adam yaşlanır mı?” dedi. Dediğinde haklı. Belki önüne gelen her şeyi yemez ama gerçekten ağzına gelen her şeyi söyler babam. Bu durum camide de değişmezdi. Üstelik cami hocasına ekstra kıl olurdu. Zira hoca hem camide imamlık yapıyor, hem de mobilyacı dükkanı işletiyordu. Babam da adamın devletten maaş alırken aynı zamanda da esnaflık yapmasını kabullenemiyordu bi türlü.

Bir gün hoca vaaz veriyor namaz öncesi. Toplumdaki yozlaşmadan bahsediyor vaazında da:

“Aziz cemaat, bir hoca arkadaşımız bir evde mevlid okuyormuş. O bir odada okurken, yan odada da içki içiliyormuş” diye dert yanıyor. Babam atladı hemen:

“O hoca olacak arkadaş da ben içki içilen evde mevlid okumam deyip niye çıkıp gitmemiş” dedi bütün camiye duyurarak.

“Tabi paranın yüzü sıcak, bi dünya para alıyorsunuz mevlidden” diye de bitirdi. Hoca apışıp kaldı, verecek cevap ararken, babam döndü bizim ekibin olduğu bölüme:

“Hoca arkadaş diye yalan söylüyor ya, kesin kendisi o mevlid okuyan” deyip bizim ekibi komple koparttı.

Bir Selfie alalım Pampa !

Yakın zamanda aklıma geldi, acaba şimdi çocuk olsak yine aynı şekilde olur muydu Cuma namazları diye. Muhtemelen hepimiz elimizde cep telefonları takılırdık bir köşede. Zira bu cep telefonu bağımlılığı maalesef camileri de sarmış durumda. Üstelik küçük büyük farketmiyor. Geçenlerde Sultan Ahmet Cami’nde kıldım Cuma namazını. İki tane 70 yaş üstü amca kafa kafaya verip selfie çektiler hutbenin ortasında. Bir de video çekenler var, ellerinde silah kurbanın üzerine yürür gibi hocanın üzerine yürüyerek. Zaten vaaz ve hutbe dinleyen de yok. Namazını kılan açıyor telefonu, başlıyor Facebook, Instagram, Twitter gezmeye. Uzaktan görsen tespih çekiyor sanırsın ellerinde fırt fırt. Namazlardan birinde cami imamı bildiğin yalvardı cemaate, nolur telefonları bırakıp hutbeyi dinleyin diye.  Güzel de bir cümle kurdu:

“Siz teknolojiye hizmet etmeyin, o size hizmet etsin” dedi.

Telefonla ilgili bir diğer sıkıntı da sesinin açık unutulması. Tam namazın ortasında ya çalmaya başlıyor ya da komik komik mesaj sesi çıkartıyor telefon. Galiba Samsung’un bir mesaj sesi var, ıslık gibi olan (fufuri futti gibi bir şey). Geçenlerde hocanın vaazının ortasında, üstelik tam bir es verdiği anda, o bir çaldı, bütün millet başladı gülmeye, yazık hoca zor topladı cemaatin dikkatini.

“Kul, euzü birabbin nâs, Yes’e bas”

Bununla ilgili bir de şehir efsanesi vardır. Cep telefonlarının yeni çıktığı zamanlarda, adamcağızın biri Ericsson telefonu ile gelmiş camiye, kapatmayı da unutmuş. Namaz esnasında ayakta iken başlamış zır zır çalmaya telefon. Adam çıkartmış belinden telefonu ama panik halinde mal mal bakıyormuş telefona. Yanındaki adam daha fazla dayanamamış:

“Kul, euzü birabbin nâs, Yes’e bas

Melikin nâs, Yes’e bas

İlâhin nâs, Yes’e bas”

Yakında camilerde de uçaklarda olduğu gibi namaz öncesi anons yapılmaya başlanırsa şaşırmayacağım:

“Değerli cemaat, cennet için namaza geçiyoruz. Lütfen cep telefonlarınızın kapalı ya da namaz modunda olduğundan emin olunuz. İyi namazlar”

Bu arada fena fikir değil ha. Müslüman ülkeler için telefonlara namaz modu eklense fena mı olur?

Tam da bu noktada bu videoyu paylaşmak isterim:

Cuma sabahlarına çocukluğumdan beri keyifle uyanıyorum hala. Ve fırsat buldukça Cuma namazına gitmeye çalışıyorum. Camiye girer girmez de sol arka köşeye doğru yol alıyorum, duvar kenarını kapma umuduyla. Çaktırmadan en güzel tespihi alıyorum elime, gizli gizli yılan yapmak için. Yanımdaki azıcık tempolu kılıyorsa da başlıyorum o adamla yarışmaya. Telefonum her zaman namaz modunda ama.

Son zamanlarda ben İstanbul’da kılıyorum Cuma namazını, babam ise ya Çankırı’da köyde ya da Ankara’da, aynı mahalle camisinde. Ama artık arka orta bölümde, tabure üstünde kılıyor. Eskisi gibi de takılmıyordur muhtemelen hocaya. Kimbilir belki biz gençlerin o zamanlar oturduğu köşeye dönüp muzip bir bakış atıyordur, hocadan gelişine vurmalık bir vaaz gelirse.

Hepinize Hayırlı Cumalar…

Mehmet Emin KIZILKAYA
15.12.2017 21:00

 


Görsellerde Kullanılan Kaynaklar: Sırasız:
Görsel 1, Görsel 2, Görsel 3, Görsel 4

 

 

CEVAP VER

GÜVENLİK KODU *